You are using an outdated browser. For a faster, safer browsing experience, upgrade for free today.

Yükleniyor...

İSLAMİ İLKELER VE İSLAMİ KİMLİK



Türkiye’nin son 30-40 yılının toplumsal ve siyasi hayatında önemli bir yer tutan “İslami hareket” üzerine yapılan birçok çalışma mevcuttur. Bunların önemli bir kısmı 1980 sonrası süreçte bu insanların geçmiş iddialarının aksine sekülerleşerek “mevcut düzene” entegre olduğu veya sisteme uyum sağladığı tezi üzerine kuruludur. Bununla birlikte hatırı sayılır bir literatür ise “mevcut düzende” iş görmenin İslami kimlik için geçmişten beri süregelen bir özellik olduğunu vurgulamaktadır. Ekonomi, siyaset, hukuk, ilim alanlarının modern versiyonları ile İslam arasında dini açıdan “meşru” sayılan ilişkiler kurulabildiğinin örneklerini sergileyen bu çalışma, sekülerleşme vurgusu taşıyan anlatıları şüpheli kılmaktadır. Özellikle 1970’lerde Milli Nizam Partisi çatısı altında siyasi bir organizasyona da bürünen bu yapının, gerek parti programlarında gerekse aktüel siyaset içerisinde “bugünün içinden” konuşarak bir yol çizmesi ve bunu İslami referanslarla tahkim etmesi, bozulma/dönüşme yargılarına bir karşı duruş niteliğindedir.
Bunun için de dönüşüm okumasının merkezine, netameli (itikâdî) alanlardan ziyade taşıdığı “sembolize etme kapasitesi” sayesinde dönüşüme ve seküler dünyaya direnişin önemli bir unsuru olan bedene odaklanılmaktadır. Zira bireye dışsal olan hukuk, siyaset, ekonomi gibi alanlardaki dönüşümü birer bozulma olarak yaftalanmaktan kurtarabilecek çıkar yollar ararken, İslami kimlik, bedenler vasıtasıyla varoluşsal bir tutunma noktası bulabilmiştir. Bütün bu gelişim, değişim, dönüşüm tufanında değişmeden kalabilmenin anahtarını bedenlerde bulmuştur. Örneğin daha erken dönemde Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Cumhuriyet rejimiyle kapsamlı bir Kuran tefsiri yazma konusunda mutabakat sağlamıştır; ancak rejime karşı muhalif bir duruş sergileyen Yazır’ın ömrünü evinde inzivada geçirmesinin şapka kanunundan sonra sokaklarda “o kılıkta” dolaşmak istememesiyle yakından ilgilidir. 
İskilipli Atıf Hoca başka inkılaplardan daha çok Şapka Kanunu’na muhalefet göstermiştir. Daha yakın dönem çalışmaları bedenlerin, sembolik boyutuyla, özellikle dindar kadınların kamusal hayatta İslami bir kimlikle bulunmak adına kendilerinden ödün verilmeyen dayanak noktaları olduğuna vurguda bulunmaktadır (Göle 2014a; İlyasoğlu 2015). Diğer bir çalışma ise İslami kimliğin girdiği sekülerleşme/demokratikleşme sürecinde bunu sembollerden ödün vermeksizin gerçekleştirdiğini belirtmektedir.
Erkeklerin bedenleri üzerinde dikkat çekici bir diğer husus giyilen kıyafetlerdir. Rasim Özdenören’in 1979 tarihli Gül Yetiştiren Adam romanı bu noktada önemli bir metindir. Cumhuriyet’in ilanından sonra kılık kıyafete yönelik değişikliklere karşı bir protesto olarak inzivaya çekilerek ömrünün elli yılını bu inzivada gül yetiştirmeye adayan bir adamın hikâyesi anlatılır bu romanda. İnzivaya çekilme nedeninin kılık kıyafetle ilgili oluşu, roman kahramanını hâlihazırdaki gözlemlerinde bu konuda daha hassas hale getirmiştir. Özdenören’in bu romanında konumuz açısından dikkat çekici olan kısım, erkeklerin kılık kıyafetleri hakkında romanın kahramanı olan yaşlı adamın yaptığı yorumlardır. Yıllar sonra camiye gitmek için sokağa çıktığında karşılaştığı manzaralar yaşlı adam için hayli ilginç ve ürkütücü görünmektedir. Özellikle namaz kılmaya gelen insanların görünüşünü, kıyafetlerini hiç de beklediği gibi bulmayan yaşlı adamın hayreti sürekli artmaktadır. Yaşlı adam, Müslüman oldukları ve camiye geldikleri halde kılık kıyafetlerinin uygunsuzluğunu onlara anlatmaya başlar.
Şimdi namazdan çıktığınıza göre siz İslam milletindensiniz, dedi adam bakışlarını o belirsiz, bilinmeyen noktadan ayırmayarak. Ve devam etti:
Ama bunu ispat edebilir misiniz? Siz buraya camiye namaz kılmaya geldiğinize göre
İslam’a uyan insanlarsınız? Fakat hani İslam’ınız?....
Kardeşlerim!
… içinizdeki İslam’ı gösterin. Çünkü İslam sizin üzerinizde görünmek ister. İman
gizlidir, İslam açık. İman kalptedir. İslam zahirde. İslam şeriatsa, şeriat sizin
amellerinizde görünmek ister... Söz çok, ama uzatmaya gerek yok. Hani
amelleriniz? (Gül Yetiştiren Adam_ (Özdenören 2016: 132,133).
Erkekler için de İslam’ın kendilerindeki belirleyiciliğini ifade edecek daha doğrusu İslam’ı onlarda bedenselleştirecek, bir amel haline dönüştürecek maddi göstergeler mevcuttur. Bunların en önemlilerinden birisi sakaldır. Yaşlı adamı her şeyden çok sarsan bir din adamının (imamın) sakalsız oluşudur. Dikkat çekici bir diğer unsur yaşlı adamın cemaati uyarırken sadece namaz kılmayı İslam için yeterli görmeyişidir. Daha önceki metinlerde de namaz gerekli bir şart olarak sunulmuş fakat yeterli görülmemişti. Orada özellikle geleneksel İslam anlayışını temsil eden roman kişilerinde namazı kılmanın insanda oluşturacağı bilinç durumundan yoksun olmak buna gerekçe gösterilirken bu örnekte, namaz ile diğer bir amel olan İslami giyim kuşam arasında bir bütünlük sağlanmadığı için eleştiri yapılmaktadır. Yaşlı adamın vurgulamak istediği şey bölünmüş bir hayat mantığından uzak durma gereğidir. Bedene bağlı bir ibadetle bir amelin birbirinden ayrı görülmesine karşı çıkarak gündelik hayatın her anının bir bütün olarak İslam’a göre yaşanmasının önemine vurgu yapmaktadır.
Hz. Peygamber’in daha nübüvvetten önce isminin önüne “el-Emîn” sıfatını ekletmiş olması, ilke deyince ne anlamamız gerektiğini yeterince anlatmaktadır.
İlkeli olmak, kısaca, ilkeye bağlı olarak hareket etmek, davranış biçimlerini bir ilkeye göre yapmak demektir. Öyleyse ilke nedir? İlke sözcüğü, bir şeyin temeli, ilk sebep (arkhe), kök, kaynak, temel neden, temel inanç, düşünce, davranış ve ahlak kuralı gibi anlamlara gelmektedir. Prensip (İngilizce principle) Batı dillerindeki karşılığıdır.
İnsanın doğasında, her şeyin ilk’ini, mebde’ini, başlangıç noktasını öğrenme merakı vardır. Yunan filozofları da, arkhe adını verdikleri, varlığın bu ilk nedenini arama faaliyetine koyulmuşlar ve sonunda kimisi bunun “su” olduğunu, kimisi “hava”, kimisi “ateş” olduğunu keşfederken; kimisi de “toprak”tır demiştir.
Kur’an’da, canlı olan her şeyin sudan yaratıldığı (21/30) bildirilir. Ama bütün varlığın yaratanı olan, eşsiz ve benzersiz olan, bütün insan tasavvurlarının ötesinde müteal bir gerçeklik var ki o da Allah’tır. Her şeyi yaratan O’dur, her şeyin akıbeti de O’na aittir.
Tanrılar panteonunda akılları karışan Yunan filozoflarının talihsiz çabalarının aksine İslam’ın, varlığın merkezinde Allah’ı gören tevhid inancı, her türlü ilkesizlik kaosuna, ya da ilke(sizlik)ler anarşisine son verecek bir özelliktedir. İslamî düşüncenin her türlü ilkesi tevhidden neşet etmek, nihayetinde Allah’ın birliği esasına dayanmak zorundadır. Ama bu zorunda oluş, Yunanlı bir filozofun, bütün varlığı ateş ile açıklamasını yahut birilerinin bütün varlığı Allah ile açıklamasını, yani “Allah’tan başka mevut yoktur” demesini asla gerektirici değildir.
Alemlerin Rabbi Allah, gerek ontolojik anlamda olsun, gerekse ahlakî, siyasî, sosyal ve haram-helal düzleminde olsun, her türlü temel ilkeyi koyandır. Aslında bütün hayat, bütün bir varlık (kâinât) isteyerek (41 /12) Allah’ın koymuş olduğu ilkelere boyun eğmiş vaziyette hareket etmektedir. Varlıktaki oluş ve akış O’nun iradesine göre cereyân etmektedir. Her iş Allah’ın emri ve izni doğrultusunda vuku bulmaktadır.
Fussilet Sûresi (12)
فَقَضٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ فٖي يَوْمَيْنِ وَاَوْحٰى فٖي كُلِّ سَمَٓاءٍ اَمْرَهَاؕ وَزَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابٖيحَࣗ وَحِفْظاًؕ ذٰلِكَ تَقْدٖيرُ الْعَزٖيزِ الْعَلٖيمِ ﴿١٢﴾ 
Meal
Böylece onları, iki günde (iki evrede) yedi gök olarak yarattı ve her göğe kendi işini bildirdi. En yakın göğü kandillerle süsledik ve onu koruduk. İşte bu, mutlak güç sahibi ve hakkıyla bilen Allah'ın takdiridir. (12)
İnsan da, inananıyla inanmayanıyla; Tanrı yoktur diyen ateisti ile -isteyerek veya istemeyerek- O’nun yasalarına boyun eğmiş vaziyettedir. Tanrı’yı inkar ettiğini söyleyen bir budala, bilmiyor ki o anda, Tanrı’nın koyduğu bir fizik yasa gereği, O’nun yarattığı yerküre içinde jet hızıyla dönmektedir. Doğmak ve ölmek, Tanrı’yı inkar eden bir insanın, inkar edemediği çok önemli bir realitedir.
Allah’ın koyduğu düzene “isteyerek veya istemeyerek” boyun eğen insanın, bütün bir yaşamında da O’nun düzenine uymak gibi bir erdeme ulaşması ne kadar övülesi bir şeydir! İşte bu övülecek şeyin adı iman etmek ve teslim olmaktır. Yani Allah’ın ilkelerini en yüce bilmektir bunun adı. Allah’ın koyduğu ilkeler insanı felaha erdirir.
Kur’an adeta bir ilkeler kitabıdır desek pek de yanlış bir şey söylemiş olmayız diye düşünüyoruz. Evet Kur’an, itikadda, ibadette, siyasette, ticarette, ahlakta, fertlerle ve toplumlarla münasebette ilkeler koymuştur. Müslüman bu ilkelere bağlı kalarak ancak müslüman olabilir. Bu saydığımız alanların hepsinde, yani inançta ve davranışta, ilkeli olmak, ilkelerimize sadık kalmak zorundayız.
Bu açıdan baktığımızda Kur’an’ın kullandığı “sünnetullah” kavramı sosyal hayattaki ilkeliliği açıklayan bir kavramdır. İnsan toplumlarının davranışlarıyla ilgili Allah’ın sünnetinde (davranış biçiminde) bir değişiklik bulunmayacağını Kur’an bir ilke olarak vaz’etmektedir. (48/23; 33/62; 17/77) Allah’ın bu değişmesiz sünneti gereği, azab-ı ilahîye uğramamak için bizim de değişmez ilkelerimizin olması, bu ilkelerimizin murad-ı ilahîye muvafık olması kaçınılmazdır.
سُنَّةَ اللّٰهِ الَّت۪ي قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلُۚ وَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّةِ اللّٰهِ تَبْد۪يلًا
Allah’ın öteden beri işleyip duran kanunu (budur). Allah’ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın. (Fetih-48/23)
Özellikle İslâm’ın bir hayat nizamı olarak iktidar olmasını talep eden müslümanların, bu uğurda takip edilmesi gereken yolda ilkelerine, ölümleri pahasına sadık kalmaları, davanın başarıya ulaşması için zaruridir. İlkeli olmak derken, bir din olarak İslam’ı yaşamanın yanında, bilhassa bu son alanı kastetmekteyiz. İlk olarak Kur’an’ın bazı temel ilkelerine dikkat çekmek istiyoruz.
Müslümanın akidesinin esasını Allah’ın birliği oluşturur. O’ndan başka ilah yoktur. Allah’ın yegane ilah olduğu gerçeği bütün İslamî ilkelerin esasıdır. Hepsi rengini bu temel ilkeden alır. Allah’tan başka bir ilah, soyut veya somut bir tanrı edinmek, Allah’tan başkasını hüküm koyucu kabul etmek, bu ilkeyi ihlal etmek demektir.
Allah’ın yegane ilah olduğu gerçeğidir ki, ibadet de yalnızca O’na yapılır. İnsanlar Allah’a kul olmalıdırlar. Allah’tan başka bir varlığa prestij, insan onuruna aykırıdır ve şirkin ta kendisidir. Ancak şu var ki, inançta en ufacık bir ihtiraz kaydı bile imanı bozup kişiyi dinden çıkartırken, kişinin tevhide inanmayacağı yer ve zaman -ölüm tehdidi dışında- bulunmazken; ibadette bu o kadar katı değildir. İbadette bir takım mazeretler geçerlidir. Bunun içindir ki orucun kazası yapılabilmekte, namazlar cem edilerek kılınabilmektedir v.s. Yani ibadette Allah’ın bazı ruhsatlar tanıması, kolaylıklar getirmesi, bazı ihmalleri bağışlaması söz konusudur. İnançta ise böyle bir durum geçerli değildir.
Müslüman haram-helalde, yiyecek içecekte, muamelât konularında ve beşerî münasebetlerinde de Allah’ın hükümlerine tâbi olmak zorundadır. Allah’ın hükümlerini aynı zamanda doğru anlamalı, doğru tatbik etmelidir. Allah’ın koyduğu haram ve helalleri beğenmeyerek, eksik ve fazla bularak yeni haramlar ve helaller ihdas etmek insanı küfre sokar. Dolayısıyla Allah’ın koyduğu hudutlarla yetinmek müslüman olmanın gereğidir.
Müslümanın ahlâkını, siyasetini, diğer din ve ideoloji mensuplarıyla ilişkilerini de Kur’an’ın ilkeleri tayin etmek zorundadır.
Müslümanın, hayatında bağlı olacağı bütün ilkeleri özetleyen tek bir Kur’an ayeti var ki o da: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (11/112) emri ilâhisidir. Emreden Allah’tır. Emredilen şey, hayatın her alanında dosdoğru olmak, tek kelimeyle dürüst olmaktır. Emrin muhatabı ise Peygamber ve bütün müslümanlardır.
فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ وَمَنْ تَابَ مَعَكَ وَلَا تَطْغَوْاۜ اِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ
Onun için emr olunduğun gibi doğruluk et: sen ve beraberinde tevbe eden de aşırı gitmeyin, çünkü o her ne yaparsanız basîrdir. (Hud/112)
Hiç şüphe yok ki müslümanlar için ilkeli davranmanın kaçınılmaz olduğu en ciddi alan, din-i mübin-i İslam’ın tebliği ve İslam’ın siyasi bir nizam olarak iktidar edilmesi mücadelesidir.
İslami tebliğ öyle sıradan, kolaylıkla yapılabilecek bir faaliyet değildir. Bu faaliyet bütün peygamberlerin çok çetin bir mücadele ile, canları pahasına yaptıkları bir cihad eylemidir.
Peygamberler örneğine baktığımızda, Allah’ın koyduğu ölçüler, sınırlar çerçevesinde, sadece O’nun rızasını umarak, sırf Allah buyurduğu için vahyi ilkelerden hiç taviz vermeksizin yapılan bir İslamî tebliğ, sonunda ister yığınlar tarafından kabul edilsin, isterse hiç kimse tarafından kabul edilmesin, başarılıdır, istenen sonuç elde edilmiştir. Zira Allah’ın, elçilerinden istediği ancak budur. Peygamberler (ve tabii mü’minler) sadece mübelliğdirler. Sonucun ne olacağını tayin etmek tamamen Allah’a ait bir keyfiyettir.
İşte buradan anlaşılıyor ki mü’minler, Peygamberlerin bağlı kaldıkları temel ilkelere mutlak surette bağlı kalmak zorundadırlar. Yani bu mücadelenin bir nebevî metod çerçevesinde yürütülmesi esastır.
Bilindiği üzere Rabbimiz, toplumların değişimi ile ilgili, toplumun iradesini önceleyen bir ilke vaz’etmiştir: “Bir toplum kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah da onların durumunu değiştirici değildir.” (13/11) Öyleyse bir kavim, nefislerinde olanı nasıl değiştirirse, bunun yolu yordamı neyse, sosyolojik izahı neyse, o yolu takip etmek gereklidir. İşte bu yol ve yordamı, bu sosyal kanunu biz Peygamberlerin örnekliğinde buluyoruz. Bu bağlamda başka yöntemler önerenler bulunabilirse de itibar edilmemesi gerektiği, bâtıl olduğu inancındayız.
Bu (nebevî) örneklikte bulduğumuz ilk ilke, İslamî tebliğde, Allah’a mutlak bir teslimiyetle teslim olmak ve Allah’ın rızasından başka hiçbir amaç gözetmemek ilkesidir. İslam, Allah’ın buyruklarına mutlak teslimiyettir. Müslüman, bir toplumun değişimini sırf Allah rızası için istemeli ve bunu gerekli görmelidir. Bu, belki en önemli ilkedir. Daha başlangıçta bu ilkeden sapanlar, şaşıranlar, ödün verenler, İslamî tebliğden bahsetmemelidirler.
Allah’ın rızasından başka bir takım maslahatlar için tebliğe koyulanlar, sonuçta o maslahatların çizdiği koşullarla koşullanıp, tevhidin dışında kalırlar. Bu ilkenin devamı olarak müslümanlar, Allah’tan başka hiçbir iradeyi O’nun iradesi önüne geçirmemeli, O’ndan başka makam, mevki ve otoritelere kulluk etmemelidirler. Dünün sarayları; bugünün köşk ve konutlarının ihtişamı, müslümanın gözünde Allah rızasından öne geçmemelidir.
İslamî tebliğde bu ilkeler hiçbir surette ihlal edilemezler. Zira tebliğin başarısı buradan geçmektedir. Çok çetrefil bir matematik probleminin çözümünde daha ilk başta en sıradan bir işaretin bile yanlış kullanılması nasıl sonucun kesinlikle yanlış çıkmasını gerektirirse, tebliğdeki daha baştan yapılacak bir yanlış da mutlaka sonucu saptıracaktır.
Müslümanlar “refaha ulaşmak” gibi bir maslahatla, yahut ırkî ve salt coğrafî kaygılarla İslamî mücadele veremezler. Nedenine gelince, örneğin, gerek tarihte gerekse günümüzde, müslüman olmadıkları halde refah toplumu gerçekleştirmiş toplum örnekleri vardır. Mesela Singapur, belki daha az sorunlu ve daha müreffeh bir ülkedir. Ama Singapur örneği müslümanlar için nihaî hedef değildir. Dolayısıyla mü’minler insanlara refah değil, felah vaad etmek durumundadırlar. Kendileri de aynı şekilde, İslamî tebliğden herhangi bir çıkar beklememek zorundadırlar. Çıkar peşinde olanlar, İslam üzere değil, peşinde oldukları o çıkar üzeredirler.
İslamî tebliğde önemli bir ilke de şüphesiz amaç ve araç birlikteliğidir. Bir başka ifadeyle, müslümanın amacı ne kadar İslamî ise aracı da o kadar İslamî olmak zorundadır. Müslüman, amaca ulaşmak için her türlü aracı meşru göremez. Onun araçları, dinî yaşantısının bir parçasıdır. Machiavelli’nin, devlet için her türlü aracı kullanmayı meşru görmesi gibi, müslüman da iktidar uğruna her tür yolu kullanmayı meşru göremez.
Sahih bir amaca ancak sahih bir araçla gidilebilir. Ödünç araçlarla, ithal, sağlıksız, Allah’ın onay vermediği yöntemlerle Allah’ın dini İslam iktidar edilemez. Birilerinin İslam anlayışı ile İslam’ı birbirine karıştırmamak gerekir. Bu anlamda Allah’ın elçisi Hz. Muhammed’in (a.s.) İslam’ın tebliğinde ve iktidara gidişinde Makyavelist, pragmatist ve oportünist herhangi bir araç kullandığına, hatta böyle bir teşebbüste bulunduğuna dair en ufak bir kanıt göstermek mümkün değildir.
Aynı şekilde fırsatçı, faydacı, takiyyeci, kaleyi içten fethetmeci, düşmanın silahıyla silahlanmacı anlayışların hiçbirinin İslamî olmadığını belirtmek zorundayız. Bu tabirlerin telaffuzu bile müslümanı iğrendirmelidir. Bir insanın karnında bir niyet, yüzünde ve dilinde başka bir niyet taşıması kadar utanç verici bir şey olamaz. Müslüman, İslamî kimliğini çok net bir biçimde ortaya koymalı ki, insanları çağıracağı sabit bir davanın sahibi olsun; insanların esas alacakları esaslı bir kişiliği olsun. Yoksa muhatapları, hangi kişiliği ve kimliği esas alacaklarını -haklı olarak- bilemeyeceklerdir.
Müslümanlar hangi kaleyi içten fethettiler bilemiyoruz, ama dıştan fethettikleri kalelerin örneği bir hayli çoktur. Bunun ilk örneği, Allah Rasulü’nün Mekke kalesini teslim almasıdır. Zaten “içerden” fethedilen (!) kalenin kısa sürede yine “içerden” kaybedilmesi artık tabî bir sonuçtur. Kaldı ki müslüman, kale fethetmek değil, her ne şartta bulunursa bulunsun dinini yaşamak, Allah’ı razı etmek mükellefiyetindedir.
Müslüman takiyye yapmamalı ki muhataplar onun ne dediğini iyi anlamalıdırlar. O zaman inanan iyice/gerçekten inanacak; küfreden iyice/gerçekten kafir olacaktır. Bu da İslamî tebliği zorlaştıran değil, bilakis kolaylaştıran unsurdur.
Buna paralel olarak, müslümanlar güvenilir, emin insanlar olmak durumundadırlar, insanların mallarında, canlarında, ırzlarında gözleri olmadığını temin etmelidirler. Allah Rasulü’nün (a.s.) hicretinde, örümcek ağında keramet arayanlar, o büyük insanın, yatağına yatırdığı Hz. Ali’ye, müşriklerin emanetlerini verip, onları sahiplerine teslim etmesini tembih etmesinden fazlaca bir şey anlamıyorlar. Hz. Peygamber’in daha nübüvvetten önce isminin önüne “el-Emîn” sıfatını ekletmiş olması, ilke deyince ne anlamamız gerektiğini yeterince anlatmaktadır.
“Darül harp” gibi, tarihsel bağlamından koparılıp, içeriğini kendilerinin doldurduğu bir kavramla insanların (haram olan) mallarını yemeyi helalleştirmek müslümanlıkla izah edilemez. Kullandığı elektriğin parasını ödeyecek kadar bir davranış dürüstlüğüne sahip olmayan bir insan hangi hakla başkalarına dini tebliğ edecek?! O kişi, istediği düzeni kurduğunda başka boyutlu hırsızlıklarına devam edecektir. Kendi hizbinden olmayanların mallarını mübah gören haramcı zihniyeti Kur’an eleştirmektedir. (3/75) Bu eleştiriye kulak asmak zorundayız.
وَمِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ مَنْ اِنْ تَأْمَنْهُ بِقِنْطَارٍ يُؤَدِّه۪ٓ اِلَيْكَۚ وَمِنْهُمْ مَنْ اِنْ تَأْمَنْهُ بِد۪ينَارٍ لَا يُؤَدِّه۪ٓ اِلَيْكَ اِلَّا مَا دُمْتَ عَلَيْهِ قَٓائِمًاۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ قَالُوا لَيْسَ عَلَيْنَا فِي الْاُمِّيّ۪نَ سَب۪يلٌۚ وَيَقُولُونَ عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
Kitap ehlinin içinde öylesi vardır ki ona bir kantar altın emanet etsen onu, olduğu gibi öder. Öylesi de vardır ki bir altın emanet etsen ayak direyip ısrar etmedikçe geri vermez. Bu da, okuma yazma bilmeyenlerin mallarını almada bir vebal yok bize demelerindendir. Bile bile Allah'a karşı yalan söylerler.

Çıkarcılık, fırsatçılık, Makyavelizm, pragmatizm gibi illetler modern ulusların maruz kaldığı şeytanca sapmalardır. İslam bizzat bu sapmaları düzeltmeyi hedeflerken, bu ilkesizliklerle nasıl bir İslamî hayat gerçekleştirilebilir, bu mümkün değildir.
Modern ulus devlet hiçbir sabit/değişmez değer taşımamaktadır. İnsanlar prensiplere göre değil, çıkarlara, parasal ağırlıklarına göre tasnif edilmektedirler. Modern insan Allah’a değil, devlete ya da ülkeye yönelmiş vaziyettedir. İşte tüm bu ilkesizlikler ortamında müslüman, tevhid, dürüstlük, açıklık gibi ilkelerle insanlığa bir kurtuluş muştusu verebilecektir…
Müslümanların İslamî bir hayat ve İslamî tebliğ için mutlak surette uymaları gereken bir diğer ilke de şirke, şirk düzeniyle, şirk içeren düşüncelerle asla uzlaşmamak; anlaşmamak, koalisyon yapmamak, onları övmemek, onlara yaranmamak, “bizimdir” diyerek şirke ait temel kurumlara ve değerlere sahip çıkmamak olmalıdır. Müslüman, imanında ve şirke karşı duruşunda tavizsiz olmalıdır. Tevhidin ve şirkin ölçülerini Allah koyduğu için, onu yumuşatmaya, daraltmaya veya genişletmeye insanların hakkı yoktur.
“Aslında sizinle bizim aramızda fazla fark yok, biz kardeşiz” gibi söylemlerle şirkin yandaşlarıyla flört eden insanlar, aradaki farkı gerçekten kaldırmış sayılırlar.
Çağımızın uzlaşmacı zihniyeti, öncekilerden çok daha vahim durumdadır. Tüm peygamberlere müşrikler bizzat gelip, kendileri uzlaşma teklifinde bulunurken; şimdilerde İslamî söylemler kullanan kimi grupların kendileri bizzat uzlaşma teklifinde bulunuyorlar. Halbuki bu işin doğal sürecine göre, müşrikler, İslam tebliğinde bulunan müslümanlara gelmeliler ve uzlaşma teklifinde bulunmalıdırlar, müslümanlar da elbette ki reddetmelidirler. Dereyi bile görmeden paçayı sıvayanlar, hiçbir sıkıntıya düşmedikleri halde ve sanki İslamî bir iktidar haline gelmişler de karşı tarafla masaya oturmaları gerekiyormuş gibi Hudeybiye Anlaşması örneğini veriyorlar. Bu kesinlikle yanlış, batıl amaç için kullanılan bir örnektir.
İslam düşmanı emperyal güçlerle barışık yaşayan, İslam’ı sözüm ona yumuşak söylemlerle hoş göstermeye çalışanlar, gerçekten, şirk düzeninin efendilerince hoş görülebilirler. Ama Allah her iki grubu da hoş görmeyecektir. Çünkü insanların ancak “Rabbimiz Allah’tır” demelerinden Allah razı olabilir.
Hz. Peygamberin tebliğ ortamı belki günümüz şartlarından çok daha fazla olumsuz olmasına rağmen, bilhassa Mekke müşriklerinin uzlaşma taleplerine asla rağbet etmemiştir. Güneş’i ve ay’ı avuçlarının içine koymakla ölçülebilecek şekilde dünyanın bütün nimetlerini kendisine bağışlasalar bile, uzlaşma niyeti taşımadığını açıkça ortaya koymuştur. Bizim de ilkemiz bu olmalıdır.
Tevbe Sûresi (3)
وِ اَنَّ اللّٰهَ بَرٖٓيءٌ مِنَ الْمُشْرِكٖينَۙ وَرَسُولُه﴾ 
Meal
 Allah ve Resûlü, Allah'a ortak koşanlardan uzaktır.  (3)
Müslümanlar elbette İslâmî tebliğde, inkârcıların tanrılarına, kutsallarına sövmemeye, hakaret etmemeye özen göstermelidirler. Bunu Allah yasaklamıştır. Ayrıca terör yoluyla İslâmi tebliğ yapmak da mümkün değildir. İslâmî tebliğin ilkesi hikmet, güzel öğüt ve en güzel mücadele yöntemi olmak durumundadır. İslamî hareketin İslamî iktidara yürüdüğü aşamada ise müslümanlar fiilî mücadeleye başvurmak zorunda kalabilirler.
Ünlü bir darbı meselde karınca, hacca gittiğini söylediğinde, “sen bu halinle mi hacca gideceksin?” diye itiraz edenlere, “gidemezsem de bu yolda ölürüm ya!” cevabını verir. Bu hikaye sanki, Kur’an’ın “Bir kez azmedince de Allah’a dayanıp güven” (3/159) ilkesinin bir yorumudur. Karıncanın cevabı oldukça önemli bir ilkenin de altını çizmektedir.
İlkesiz hiçbir hareketin başarıya ulaşması mümkün değildir. İlkeli olmak, dost olsun, düşman olsun, akıllı insanlarca eninde sonunda fark edilip takdir edilecek bir erdemdir. İnsanların itimat edecekleri de, şüphesiz bu ilkelerdir. İlkesizlik, günübirlik düşünüp, günübirlik davranmayı gerektirir. Rabbimiz 13/11 ve 8/53 ayetlerinde değişimin metodik ilkesini vermektedir. Hz. Peygamberin bütün bir nübüvvet hayatı Kur’an rehberliğinde ilkeli hareketin en güzide, ikna edici bir örneğidir. Bize düşen, vahyin kılavuzluğundan Peygamberin örnekliğinden şaşmamaktır. Zira Allah’ın sünnetinde bir tebdil ve tağyir bulunmaz.
İnsanların her türlü ikiyüzlü, çıkarcı, soysuz ilişkilerden tiksindiği şu ortamda, ilkeli bir İslamî tebliğ insanların gönlünü fethedecektir
Âl-i İmrân Sûresi (159)
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ لِنْتَ لَهُمْۚ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلٖيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَࣕ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْاَمْرِۚ فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِؕ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلٖينَ ﴿١٥٩﴾ 
Meal
Allah'ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah'tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever. (159)
İman edenlerin, Rablerinin maddi ve manevi nimetlerini asla unutmamalarını, herhalde sadece Allah’a tevekkül etmelerini, Allah’a karşı gelmekten sakınmalarını, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış verileceğini, inananların kötülüklerinin örtülüp bağışlanacağını, inananların Rablerine yaklaşmaya vesileler aramalarını, onun yolunda malları ve canları ile cihad etmelerini, cihaddan geri kalmak için izin istememelerini, düşman orduları üzerinize gelince onların üzerine rüzgâr ve görünmeyen ordular gönderdiğini, inananların öncelikle kendilerini düzeltmeleri gerektiğini, kendileri doğru yolda oldukları sürece yoldan sapanların müminlere asla zarar veremeyeceğini bildirmiştir.
Tevbe Sûresi (38)
يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا مَا لَكُمْ اِذَا قٖيلَ لَكُمُ انْفِرُوا فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ اثَّاقَلْتُمْ اِلَى الْاَرْضِؕ اَرَضٖيتُمْ بِالْحَيٰوةِ الدُّنْيَا مِنَ الْاٰخِرَةِۚ فَمَا مَتَاعُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا فِي الْاٰخِرَةِ اِلَّا قَلٖيلٌ ﴿٣٨﴾ 
Meal
Ey iman edenler! Ne oldunuz ki, size "Allah yolunda sefere çıkın" denilince, yere çakılıp kaldınız.Yoksa ahiretten vazgeçip dünya hayatını mı seçtiniz? Oysa ahirete göre dünya hayatının yararı, pek az bir şeydir. (38)
İlkeli olmak sabır ve tevekkül zırhına bürünebilmektir. İnsanlardan çoğu, başına gelen bela ve musibetlerden başkalarını sorumlu tutar. Hata bazen Rabbini bile sorumlu tuttuğu olur. Ya Rabbi, ben sana kulluk ediyorum da hiç işlerim iyi gitmiyor; sana isyan edenlerin işleri iyi gidiyor gibi sözler söyler. Rabbimiz kitabında peygamber kıssalarını boşuna mı anlatmış? Hiç kimsenin şikâyete hakkı yok. Rabbimiz ise başına gelen kötülüklerin kulun kendi kazanımları olduğunu haber vermektedir. “Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir...” (Nisâ, 79)

Nisâ Sûresi (79)
مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِؗ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَؕ وَاَرْسَلْنَاكَ لِلنَّاسِ رَسُولاًؕ وَكَفٰى بِاللّٰهِ شَهٖيداً ﴿٧٩﴾ 
Meal
Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir. (Ey Muhammed!) Seni insanlara bir peygamber olarak gönderdik. Şahit olarak Allah yeter. (79)
İnsan kendinden sorumludur. Sağı-solu bırakıp kendine bakmalıdır. Kendinden çok başkalarını denetleyen insan, kendinin kusur ve kabahatlerini göremez hale gelir. Rabbimiz kendimizi düzelttiğimiz zaman sapkınların bize zarar veremeyeceğini haber vermektedir. Kendimiz hakkında başkalarını suçlamak akıl karı değildir.
يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا عَلَيْكُمْ اَنْفُسَكُمْۚ لَا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْؕ اِلَى ا
للّٰهِ مَرْجِعُكُمْ جَمٖيعاً فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿١٠٥﴾
“Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O zaman Allah, size yaptıklarınızı haber verecektir.” (Mâide, 105)
Hata ve kusurlarından dolayı sürekli başkalarını suçlayanlar şeytanın tuzağına düşenlerdir.
“İş bitirilince şeytan da diyecek ki: Şüphesiz Allah, size gerçek olanı söz verdi. Ben de size söz verdim ama yalancı çıktım. Zaten benim sizi zorlayacak bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de hemen bana geliverdiniz. O hâlde beni kınamayın, kendinizi kınayın...” (İbrahim, 22)
İnsan öncelikle kendini düzeltmeye memurdur. Kendini düzeltebilen insan kurtuluşa ermektedir. Kulluktaki samimiyet kurtuluşun ilk şartıdır. “...Kim iman eder ve kendini düzeltirse onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.” (En'âm, 48)
Mülkün Allah’tan olduğuna inanan, hiçbir şeyinden dolayı kendini beğenmişlik yapamaz. Kendine ait olmayan şeylerden dolayı kendini beğenmek kişiye hiçbir şey kazandırmayacağı gibi, çok şey kaybettirir. Herkes kabiliyetlerinden dolayı Rabbine şükretmelidir.
İsmet Özel’in ifadesi yol bahsini daha da manidar kılan bir özelliğe sahip: “Eskiler yol aramaz, iz sürerdi.” diyor şair.
Cuma Sûresi (2)
هُوَ الَّذٖي بَعَثَ فِي الْاُمِّيّٖنَ رَسُولاً مِنْهُمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِهٖ وَيُزَكّٖيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَࣗ وَاِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَفٖي ضَلَالٍ مُبٖينٍۙ ﴿٢﴾ 
Meal
O, ümmîlere, içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir. Halbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapıklık içinde idiler. (2)



Özcan Sarıer